Boşanma Sebepleri ve Boşanma Sonrası Anlaşmazlıklar

Türk Medeni Kanunu madde 124’e göre Türkiye’de 17 yaşını doldurmuş erkek veya kadın evlenebilir. Evlenen bu çiftler ilerleyen dönemde bazı anlaşmazlıklar yüzünden ayrılmak isteyebilirler. Böyle bir durumda da evli çiftler boşanmak için mahkemeye başvurmak durumdadırlar. Mahkemeye başvuran çiftler Boşanma davasını açarken genel veya özel bazı boşanma sebeplerine dayanmak zorundadır.

Özel Boşanma Sebepleri

  • Zina
  • Hayata kast, çok kötü muamele, onur kırıcı davranış
  • Suç işleme veya haysiyetsiz hayat sürme
  • Terk
  • Akıl hastalığı

Genel Boşanma Sebepleri

  • Evlilik birliğinin temelden sarsılması
  • Anlaşmalı boşanma
  • Ortak hayatın yeniden kurulamaması

Bu boşanma sebeplerinin bir kısmı pek karşımıza çıkmasa da bir kısmı boşanma davalarında epeyce görülmektedir. Bunlardan bir kısmını genişçe anlatmakta fayda vardır.

Zina Sebebiyle Boşanma Davası

Zina tarihten bugüne kadar çoğu toplumda evlilik birliği içinde yapılması halinde çok büyük sadakatsizlik olarak görülmüştür. Ülkemizde de bu durum geçerli olup zina sebebiyle boşanma davası açılması halinde zinanın varlığı kanıtlanırsa hakim tarafları boşamak zorundadır. Yani hakimin bu durumda hiçbir takdir yetkisi yoktur. Ama bu sebeple açılacak boşanma davasını belli sürelerde açılması lazımdır. Zinayı öğrenen eş zinayı öğrenmeden itibaren 6 ay içinde her halde 5 yıl içinde bu davayı açmalıdır. Ayrıca eşini affetmiş eşin bu sebeple dava açma hakkı düşer. Bu affetme illa sözlü bir şekilde olmasına gerek yoktur. Yargıtay kararlarında zinayı öğrenen eş öğrenmeden sonra eşiyle birlikte aynı evde kalmaya devam ediyorsa eşini affetmiş olarak saymaktadır.

Zina sebebiyle boşanma davası açılabilmesi için illa farklı iki kişinin birlikte cinsel ilişkiye girmesine gerek yoktur. Örneğin başka kadınla birlikte otelde aynı odada kalmak zina sebebine dayalı olarak açılan boşanma davasının açılması için yeterlidir.

Anlaşmalı Boşanma

Ülkemizdeki boşanmalarda genelde maddiyat konusunda ve çocukların velayeti konusunda anlaşamadıkları için çekişmeli boşanmalar daha fazla olabilmektedir. Hele ki akrabalar da devreye girince “Sen bana bunu aldın, düğünde şu kadar altın taktık.” gibi laflarla boşanma davaları uzun yıllar sürer. Boşanma davası sırasında yeni bir evlilik de yapamadığı için eşler belki de gençliklerinin en önemli zamanlarında bu boşanma davası ile kendilerini yıpratır ve gençliklerini yok ederler. Bu sebeple taraflar ufak da olsa bir anlaşma olanağı varsa birlikte anlaşmalı boşanma davası açmaları sürecin daha kısa sürmesi açısından önemlidir. Taraflar her konuda anlaşmaları durumunda dava süreci yıllarca sürmeyecek ve hemen sonuçlanacaktır. Böyle bir durumda tavsiyemiz tarafların bir aile hukuku avukatı aracılığı ile hazırlayacakları protokolü imzalamalarıdır.

Evlilik Birliği İçinde Edinilmiş Mallara Ne Olacak?

Eşler evlenmeden önce veya evlendikten sonra evlilik sözleşmesi yapabilirler. Ama ülkemizde eşler genelde böyle bir sözleşme yapmazlar. Bu sebeple eşler mağdur olduğu 2002 yılında çıkarılan yeni Türk Medeni Kanunumuzda evlilik sözleşmesi yapmayan eşlerin yasal mal rejimi olan edinilmiş mal rejimine katılması öngörülmüştür. Bu mal rejimine göre evlilik birliği içinde alınmış mallar belli şartları sağlaması halinde eşler arasında yarı yarıya bölüştürülecektir. Burada akla gelen ilk soru 2002 yılından önce evlenen eşler için hangi mal rejimi uygulanacaktır? 2002 yılından önce evlilik birliği içinde alınmış mallar kimin üzerine ise veya kim almışsa onun olacakken 2002 yılı sonrası alınan mallar yukarıda belirttiğimiz gibi belli şartları sağlaması halinde yarı yarıya bölüştürülecektir.

Düğünde Takılan Altınlar!

Boşanma davalarında baş rolü oynayan en büyük sorunlardan biri düğünde takılan takılardır. Yargıtayın güncel kararlarında düğünde takılan takıların kadının olacağı yönündedir. Tabi günümüzde sanal paranın da var olması ile insanlar eşlerin sanal cüzdanlarına düğün hediyesi olarak sanal para verebilecektir. Böyle bir durumda Yargıtay nasıl bir tutum izleyecek biz de merakla beklemekteyiz.

Tedbir ve Yoksulluk Nafakası

Tedbir nafakası, boşanma davası açıldığından itibaren işler ve boşanma davası sonuçlanana kadar devam eder. Bu durumda tedbir nafakası isteyen tarafın kusursuz olması da şart değildir. Boşanma davası sonuçlandıktan sonra da yoksulluğa düşecek taraf diğer taraftan daha ağır kusurlu olmamak şartıyla karşı tarafın mali gücü oranında boşanma davasının kesinleşmesinden sonraki 1 yıl içinde süresiz olarak yoksulluk nafakası isteyebilir. Yani her iki taraf kusursuz olsa bile yoksulluk nafakasına hükmedilebilir. Bu yoksulluk nafakası yoksulluk nafakası alan kişinin mali durumunun değişmesine göre veya o kişinin evlenmesi ortadan kalkar. Günümüzde ise sıklıkla karşımıza çıkan durum yoksulluk nafakası alan tarafın sırf bu yoksulluk nafakasını almaya devam edebilmek için başka biriyle resmi nikah yapmayıp sadece dini nikahla veya hiç dini nikah yapmadan beraber yaşamasıdır. Eğer böyle bir durum ortaya çıkar ve kanıtlanabilirse yoksulluk nafakası talep halinde ortadan kalkacaktır. Medyada da çokça gördüğümüz üzere Acun Ilıcalı, Şeyma Subaşı’ya yüklü miktarda yoksulluk nafakası vermektedir. Ama medyadan takip ettiğimize göre Şeyma Subaşı bu evliliğinden sonra başka kişilerle sevgili olmuştur. Acun Ilıcalı mahkemeye talep etmesi halinde bu yoksulluk nafakası ortadan kalkacaktır.

Maddi ve Manevi Tazminat Davası

Boşanma davası sonucunda var olan veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir. Ayrıca boşanmaya neden olan vakalar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir. Her iki dava da boşanma davası kesinleşmeden itibaren 1 yıl içinde istenebilecektir.

Sonuç

Bu makalede kısaca boşanma davasını ana hatları ile anlatmaya çalıştık. Elbette tek bir yazı ile böyle önemli bir olayı tüm ayrıntıları ile anlatmak mümkün olmayacaktır. Bu sebeple başınıza böyle bir talihsiz olay gelmesi halinde ofisimize gelerek alanında uzman aile hukuku avukatlarımızdan konuyla ilgili avukatlık hizmeti alabilirsiniz.

Kötüniyet Tazminatı Nedir? Haksız İşten Çıkarma Durumunda Dava Açılabilir mi?

Kötüniyet tazminatı İş K.17/6’da düzenlenmiş ve Yasada tanımı yapılmamıştır. 6098 sayılı TBK.434’te, Borçlar Kanunu’na tâbi işçiler yönünden geçerli olmak üzere benzer bir hükme yer verilmiştir. 6098 sayılı Yasadaki bu hüküm, genel kanun hükmü olma özelliği nedeniyle, 4857 sanlı Yasada ve 854 saylı Yasada özel hüküm bulunduğundan bu Yasalara göre çalışanlara uygulanamaz ise de, bu konuda boşluk bulunan 5953 sayılı Yasaya göre çalışan gazeteciler hakkında 01.07.2012 tarihinden itibaren yapılan kötüniyetli fesihlerde uygulanabilecektir.

Kötüniyet tazminatı, belirsiz süreli iş sözleşmesi işveren tarafından bildirimli olarak feshedilen ve iş güvencesi hükümleri kapsamı dışında olan işçinin, işverenin yaptığı bu feshin MK.2’deki dürüstlük kuralına aykırı olduğunu öne sürerek istediği, zarar koşuluna bağlı olmayan götürü bir tazminattır. İşverenin, bildirimli fakat kötüniyetli olarak yaptığı feshin işçi lehine yaptırımıdır.

Kötüniyet tazminatı, sözleşmenin işveren tarafından feshinde işçiye tanınan bir hak olup, işçinin yaptığı fesihlerde, işveren kötüniyet tazminatı isteyemez. Genel hükümlere göre maddî ve manevî tazminat isteyebilir.

Mevsimlik olarak çalışan işçi, koşullarının varlığı hâlinde kötüniyet tazminatı isteyebilir.

Sözleşmesi feshedilen işçi, eğer iş güvencesi hükümlerine tâbi ise ve sözleşmenin kötüniyetle feshedildiğini iddia ediyorsa, işe iade davası gerekir. İşe iade davasını kazanır ise, mahkeme işe iade ile birlikte işe başlatmama tazminatına hükmeder. İşte, buradaki işe başlatmama tazminatı (iş güvencesi tazminatı), İş K.17’deki kötüniyet tazminatının karşılığıdır. İşçi, aynı fesih nedeniyle hem kötüniyet tazminatı hem de işe başlatmama tazminatını birlikte isteyemez.

Kötüniyet tazminatı da işçinin hiçbir zararı olmasa da ödenmesi gereken bir götürü tazminat olup, ihbar tazminatının bu niteliğine ilişkin yukarıda belirtilen esaslar geçerlidir. Kötüniyet tazminatı, bildirim süresine ait ücretin üç katı tutarında götürü ve brüt tutarda hesaplanan bir tazminattır. İşverenin yaptığı aynı fesih, hem usulsüz hem de kötüniyetle yapılmış ise, işçi hem ihbar tazminatı hem de kötüniyet tazminatı isteyebilir.

İşverenin İş K.25’e göre yaptığı bildirimsiz feshin haksız olması ve sözleşmenin belirsiz süreli olup işçinin iş güvencesi kapsamında olmaması hâlinde de kötüniyet tazminatı istenebilir. Çünkü her haksız fesih, aynı zamanda bir usulsüz fesihtir. Bu durumda kötüniyet tazminatı hakkının doğması için, feshin hem haksız olarak, hem de kötüniyetle yapılmış olmalıdır.

4857 sayılı Yasa döneminde yapılan fesihlerde, işçinin dava dilekçesinde sadece kötüniyet tazminatı istemesi ve talebin koşullarının oluşmaması durumunda mahkemece talebin reddine karar verilmeli, “Çoğun içinde az da vardır.” gerekçesi ile ihbar tazminatına tahvil yoluna gidilmemelidir.

İş Kanunu 17. maddesinde, hangi hâllerin kötüniyetli fesih olduğu sayılmamıştır. Ancak hükmün gerekçesinde, örnekleyici olarak sayılmıştır: İşçinin sendikaya üye olması veya sendikal faaliyette bulunması nedeniyle işten çıkarılması; işçini şikâyet hakkını kullanması nedeniyle işten çıkarılması; işçinin yasalardan doğan temel hak ve özgürlükleri, siyasî görüşül milliyeti nedeniyle işten çıkarılması; işçinin sosyal güvenlik mevzuatından doğan bir alacağını istemesi nedeniyle işten çıkarılması gibi. Aynı nedenler, 158 sayılı ILO Sözleşmesi’nin 5. maddesinde de sayılmıştır.

Yargıtay’ın yerleşmiş kararlarına göre; ihbar öneline ait dönem içinde doğacak haklardan işçiyi yararlandırmamak için yapılan fesih, işverenin meşru olmayan bir talebini geri çeviren işçinin sözleşmesinin feshi, kanundan doğan bir hakkını kullanan işçinin bundan dolayı sözleşmesinin feshi, çok sayıda işçi çıkarılıp yerine başka işçilerin alınması, işçinin işvereni bölge çalışma müdürlüğü veya adlî mercilere şikâyet etmesi veya işverene karşı dava açması, evli kadının sırf hamileliği dolayısıyla rapor alması nedeniyle Sözleşmesinin feshi hâllerinde kötüniyet tazminatı istenebilir.

İşçinin raporlu olduğu dönemde iş sözleşmesinin feshinde, kötüniyet tazminatının koşulları oluşmaz.

Kötüniyet tazminatı talebinde, ispat yükü işçidedir.

Kötüniyet tazminatı alacakları, 6098 sayılı TBK.146 (818 sayılı BK.125) uyarınca 10 yıllık zamanaşımına tâbi idi. Ancak 4857 sayılı Yasaya, 7036 sayılı Yasa ile eklenen ek 3. madde ve geçici 8. madde uyarınca hangi yasa_ ya tâbi olursa olsun 25.10.2017 tarihinden itibaren sona eren iş Sözleşmeleri yönünden yıllık izin ücreti ile kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, kötüniyet tazminatı ve ayrımcılık tazminatı için zamanaşımı süresi 5 yıl olmuştur. Aynı düzenlemelere göre, 25.10.2017’den önce işlemeye başlayan zamanaşımı süreleri değişiklikten önceki hükümlere tâbidir. Ancak zamanaşımının dolmamış kısmı, ek 3. maddedeki süreden uzun ise ek 3. maddede öngörülen sürenin geçmesiyle zamanaşımı dolmuş sayılır.

Kötüniyet tazminatında faiz, temerrüt tarihinden itibaren işlemeye başlar ve faiz türü de yasal faizdir.

Kötüniyet tazminatı, İş Kanunu’nun 17. maddesine göre hesaplandığından işçinin giydirilmiş brüt ücreti üzerinden hesaplanır. Türk Borçlar Kanunu’na ve Basın İş Kanunu’na göre çalışanların iş sözleşmesinin 01.07.2012 tarihinden sonraki dönemde işverence kötüniyetle feshinde 6098 sayılı TBK.434’teki tazminat isteneceğinden, bu hükme göre yapılan hesaplamada ise çıplak brüt ücret esas alınmalıdır.

Deniz İş Kanunu’nun 16. maddesi kötüniyet tazminatı yönünden İş K.17’ye benzer hükümler taşımaktadır. Kötüniyet tazminatına ihbar önellerine ait ücretin üç katı tutarında hükmedileceği, gemiadamının sendikaya üye olması, şikâyete başvurması gibi sebeplerle işten çıkarılması hâllerinde ve genel olarak iş sözleşmesinin fesih hakkının kötüye kullanıldığı durumlarda bu tazminatın istenebileceği ve hesaplamanın giydirilmiş brüt ücret üzerinden yapılması gerektiği öngörülmüştür.

Sonuç olarak haksız bir sebepten dolayı işten çıkarıldığını düşünen işçinin elbette dava açma ve tazminat isteme hakkı vardır. Bu konuda alanında uzman bir  iş hukuku avukatı‘ndan yardım ve bilgi almakta fayda vardır.

Ceza Hukuku Kapsamındaki Yargılamalar

Türk Ceza Kanunun 1. Maddesinde ceza hukukun amacı belirlenmiştir. Buna göre ; “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir. Kanunda, bu amacın gerçekleştirilmesi için ceza sorumluluğunun temel esasları ile suçlar, ceza ve güvenlik tedbirlerinin türleri düzenlenmiştir.” şeklindeki hükümle ceza hukukunun amacı düzenlenmiştir. Buna göre ceza hukuku; devletin, ceza yaptırımı tehdidi ile uygulanmasını sağlamaya çalıştığı emir ve yasakları kapsayan hukuk kurallarını ifade eder.

Türk Ceza Kanununda cezaların çeşitleri düzenlenmiştir. Buna göre; bir suçun karşılığı olarak uygulanacak cezalar hapis ve adli para cezası olarak öngörülmüştür. Hürriyete yönelik yaptırımlar hapis cezalarıdır. Hapis cezaları da kendi içerisinde ayrımlara tabi tutulmuştur. Buna göre kanunda; ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve süreli hapis cezası şeklinde ayrım yapılmıştır. Daha sonrasında süreli hapis cezaları da kendi içerisinde alt bir ayrıma tabi tutulmuştur. TCK’nın 49. Maddesinde süreli hapis cezaları, uzun süreli ve kısa süreli olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Uzun süreli hapis cezası hükmedilen cezanın bir yıldan fazla olmasıdır. Bir yıl veya daha az süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara mahkumiyet halinde ise kısa süreli hapis cezasından söz edilmektedir. Kısa süreli hapis cezaları yerine şartları gerçekleştiğinde seçenek yaptırımlar ve tedbirler de uygulanabilmektedir.

Hükümlünün malvarlığına yönelen yaptırım ise adli para cezasıdır. Buna göre adli para cezası; işlenen suç karşılığında yasada yer alan sistem çerçevesinde belirlenerek mahkemece tayin olunan bir paranın devlet hazinesine ödenmesidir. Burada önemle belirtmek gerekir ki suç karşılığı tayin olunan adli para cezası, hükümlü tarafından müştekiye/mağdura ödenen bir para değildir. Adli para cezası devlet hazinesine ödenen, hükümlünün malvarlığına yönelik bir yaptırım çeşididir.

Hapis cezası hükümlünün ceza infaz kurumuna konularak özgürlüğünün sınırlandırılmasıdır. Hapis cezasının çeşitleri infaz süreleri ve infaz koşullarına göre belirlenmektedir. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ölüm cezasının yerine ikame edilen, hükümlünün hayatı boyunca devam eden ve sıkı güvenlik rejimine göre infaz edilen hapis cezası türüdür. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası her ne kadar hükümlünün hayatı boyunca devam edecekse de, infaz kanununda yer alan düzenlemelere göre; belirli bir süreyi infaz kurumunda iyi halli geçiren hükümlü, koşullu salıverme hükümlerinden faydalanabilecektir. Müebbet hapis cezası da hükümlünün hayatı boyunca devam eder. Ancak müebbet hapis cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası gibi özel bir infaz rejimine tabi değildir. Buradan anlaşılacağı üzere her iki hapis cezası çeşidi arasındaki fark, infaz rejiminde tabi oldukları kurallar bakımından kendisini göstermektedir. Yine bir başka fark koşullu salıverilme hükümlerinin uygulanabilmesi için ceza infaz kurumunda geçirilmesi gereken iyi hal süresidir.

Kanun maddesine göre; “ bir aydan az, yirmi yıldan fazla olmayan hapis cezasına süreli hapis cezası” denir. Süreli hapis cezası da kendi içinde kısa süreli hapis cezası ve uzun süreli hapis cezası olmak üzere ayrıma tabi tutulmuştur. Süreli hapis cezasının bu şekilde bir ayrıma tabi tutulmasının önemi, kısa süreli hapis cezalarının infazı yerine başka bir işleme tabi tutulmasında kendini gösterir. Kısa süreli hapis cezaları belirli şartları taşıdığı takdirde seçenek yaptırımlara çevrilerek infaz edilebilmektedir.

Hukukumuzda modern ceza hukuku bağlamında hapis cezasının sakıncalarını gidermeye yönelik çeşitli kurumlar düzenlenmiştir. Bu kurumlar; ön ödeme, uzlaştırma, kamu davasının açılmasının ertelenmesi, hükmün açıklanmasının geri bırakılması şeklinde sayılabilir. Ancak söz konusu kurumlar her suçta uygulama alanı bulmaz; kanunda tanımlanan suç tiplerinde ve yine kanunda belirlenen faile ve suça yönelik şartlar sağlandıktan sonra uygulama alanı bulabilen kurumlardır.

Ceza hukukumuzda düzenlenen bazı suçlar şikayete tabi iken bazıları re’sen soruşturma ve kovuşturma konusu olmaktadır. Şikayete tabi suçlarda şikayet hakkı, kural olarak savcılık makamına veya kolluk birimlerine verilecek dilekçe ile kullanılmaktadır. Söz konusu şikayete tabi bir suç işlendiğinde, mağdur olan taraf kendisine tanınmış şikayet hakkını etkin bir şekilde kullanabilmek adına konusunda uzman bir avukat desteği almalıdır. Hukuka uygun ve açıklayıcı bir suç duyurusu savcılık makamının şüpheli hakkında daha hızlı soruşturma yapmasına olanak sağlar. Ceza hukukunun kanunda tanımlanmış suçlardan birini gerçekleştiren süjesine soruşturma aşamasında şüpheli, kovuşturma aşamasında ise sanık adı verilmektedir. Soruşturma aşaması savcılık ve kolluk makamınca yürütülen suç işlendiğinin öğrenilmesinden iddianame düzenlenmesine kadar ki süreci ifade eder. Bu süreç gizli olarak yürütülmektedir. İddianamenin düzenlenmesinden hüküm verilme aşamasına kadar ki süreç ise kovuşturma aşaması olarak adlandırılır. Burada suçun niteliğine göre görevli olan; asliye ceza mahkemesi, ağır ceza mahkemesi gibi mahkemelerde yargılama yapılır.

Ceza yargılamalarında avukatın rolüne bakılacak olursa; şüpheli/sanık olan süjenin vekilliğini üstlendiğinde kanun gereği müdafi olarak adlandırılmaktadır. Müdafinin görev ve yetkilerine bakıldığında, aktif şekilde şüpheliye/sanığa hukuki yardımda bulunma, yazılı veya sözlü şekilde şüpheliyi savunma, hukuka aykırılıkları bildirme gibi görevleri vardır.

Ceza hukuku, yaptırımları itibariyle bireyin özgürlüğüne doğrudan etki eden bir alan olması nedeniyle avukat ile temsil bu anlamda oldukça önemlidir. Netice itibariyle soruşturma aşaması ile başlayıp önemli ölçü de hak ihlali gündeme geldiğinde bireysel başvuruya kadar uzanan bu süreç zor ve karmaşıktır. Ceza yargılamalarında mağdur bakımından asıl amaç, kaybın telafisi ve mağdurun en azından vicdanen tatminini sağlamak iken, şüpheli ya da sanık bakımından özgürlüğünün korunması, haksızlığa uğramaması ve orantısız yaptırımlara maruz kalmamasıdır. Hem mağdurun hem de şüpheli/sanığın amaçlarının en etkili şekilde gerçekleştirilmesi için ceza hukuku konusunda uzman bir avukattan destek alınmasında fayda vardır.

İşe İade Davası

Sözleşmesinin haklı veya geçerli olmayan nedenle feshedildiğini düşünen işçi, feshin kendisine tebliğinden itibaren 1 aylık hak düşürücü süre içinde, 01.01.2018’den önce açılan davalar yönünden doğrudan iş mahkemesine başvurarak feshin geçersizliğinin tespiti ve işe iade davası açmış olmalıdır. 01.01.2018’den itibaren açılan işe iade davalarında ise dava açmadan önce süre içinde arabulucuya başvurma ve diğer koşulların bulunması gerekir.

İşe iade davalarında, maktu başvurma harcı ile maktu karar ve ilam harcı alınır.

Yargıtay’a göre bir aylık sürenin başlangıcı kural olarak fesih bildiriminin işçiye tebliğ edildiği tarihtir. İşveren, fesih bildiriminde bulunmuş; ancak bunu işçiye tebliğ etmemiş olmasına rağmen, örneğin, işçi, işvereni şikâyet ederek fesih bildiriminin yapıldığı tarihi kesin olarak belirleyecek bir işlem yaparsa, artık bu tarih esas alınır. Bu anlamda işverenin fesih bildiriminin, tebliğden imtina edildiğine dair tutanakların tutulduğu tarih, tutanak tanzimcilerinin doğrulaması hâlinde tebliğ tarihi sayılır. Eylemli fesih hâlinde 1 aylık süre, eylemli feshin yapıldığı tarihte başlar. Fesih bildirimine karşı idarî itiraz yolu öngören personel yönetmeliği ya da sözleşme hükümleri, süre kesmeyeceği gibi, işçinin bu süre içinde hastalığı nedeniyle rapor alması da bu süreyi durdurmaz. Sözleşmenin önel verilerek feshi hâlinde, 1 aylık süre önel sonunda değil, feshin işçiye tebliğ edildiği tarihte işlemeye başlar. Mevsimlik işlerde, mevsim başında işçi işe davet edilmediği takdirde, mevsimlik işin başladığı tarihten itibaren 1 aylık süre işlemeye başlar. Ancak işe başlama tarihinin mevsimlik işçi tarafından bilinmesi gerekir. İşçi, işe başlama tarihini bilmiyorsa, işçinin, davet edilmediğini öğrendiği tarihten itibaren veya işçinin işe başlatılması isteminin yerine getirilmemesi hâlinde, isteğin yerine getirilmeme tarihinden itibaren 1 aylık sürenin başlaması gerekir. Davacı, açmış olduğu alacak davasını tamamen ıslah edip işe iade davasına dönüştürürse, 1 aylık süre yine fesih tarihine göre hesaplanır.

İşe iade davasında davacı, iş sözleşmesi feshedilen işçidir. Eğer sözleşmede hüküm varsa, sendika temsilcisi de işçi adına dava açabilir. İşçinin dava açtıktan sonra ölmesi hâlinde, mirasçılarının işe iade davasına devam edip edemeyecekleri tartışmalıdır.

İşyeri sendika temsilcisinin iş güvencesi 07.11.2012 tarihinde yürürlüğe giren STİSK.24’te özel olarak düzenlenmiştir. Bu hükme göre, “İşveren, işyeri sendika temsilcilerinin iş sözleşmelerini haklı bir neden olmadıkça ve nedenini yazılı olarak açık ve kesin şekilde belirtmedikçe feshedemez. Fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren bir ay içinde, temsilci veya üyesi bulunduğu sendika, dava açabilir… Temsilcinin işe iadesine karar verilirse, fesih geçersiz sayılarak temsilcilik süresini aşmamak kaydıyla fesih tarihi ile kararın kesinleşme tarihi arasındaki ücret ve diğer hakları ödenir. Kararın kesinleşmesinden itibaren altı işgünü içinde temsilcinin işe başvurması şartıyla, altı işgünü içinde işe başlatılmaması hâlinde, iş ilişkisinin devam ettiği kabul edilerek ücreti ve diğer hakları temsilcilik süresince ödenmeye devam edilir. Bu hüküm yeniden temsilciliğe atanma hâlinde de uygulanır. İşveren, yazılı rızası olmadıkça işyeri sendika temsilcisinin işyerini değiştir veya işinde esaslı tarzda değişiklik yapamaz. Aksi hâlde değişiklik geçersiz sayılır. Bu madde hükümleri işyerinde çalışmaya devam eden yöneticiler hakkında da uygulanır.”. STİSK.24’e dayanılarak, 01.01.2018 ve sonrasında açılan işe iade davasında da dava açmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması gerekir.

İşveren, birden fazla işçinin sözleşmesini aynı nedenle feshetmiş olsa bile, bu işçiler işe iade davalarını aynı dilekçe ile açamazlar; aralarında Zorunlu dava arkadaşlığı yoktur. Şayet birlikte dava açmışlarsa, mahkeme her bir işçinin davasını ayırıp, yeni bir esasa kaydını sağlamalı ve gerekli harçlar tamamlatılmalıdır.

Davalı, kural olarak işçiyi çalıştıran ve işten çıkaran gerçek veya tüzel kişidir.

01.01.2018 tarihinden önce açılan davalar yönünden; alt işveren ilişkisi var ve geçerli ise, davada her iki işveren de hasım gösterilmeli, davanın kabul ile sonuçlanması hâlinde, feshin geçersizliğinin tespiti ve işe iade yönünden sadece alt işveren aleyhine hüküm kurulmalı ve iş güvencesi tazminatı, boşta geçen süre ücreti ve yargılama giderleri yönünden her iki işveren aleyhine hüküm kurulmalıdır. Asıl işveren-alt işveren ilişkisi muvazaalı ise, sadece asıl işveren hasım gösterilmeli, görünüşteki alt işveren de hasım gösterilmiş ise bu işveren yönünden dava husumet (sıfat) yokluğu nedeniyle reddedilmelidir. Yargıtay’a göre, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin muvazaalı veya yasadaki unsurları taşıyıp taşımadığının belirlenebilmesi için; hukuksal ve ekonomik bağımsızlığa sahip iki ayrı işverenin bulunup bulunmadığı, alt işveren işçilerinin sadece asıl işverenden alınan iş kapsamında çalıştırılıp çalıştırılmadıkları, alt işverene verilen işin yardımcı işlerden olup olmadığı, alt işverenin işe uygun yeterli donanım ve tecrübeye sahip olup olmadığı, istihdam edeceği işçilerin niteliklerinin yapılacak işe uygun olup olmadığı, alt işverene verilen işte asıl işverenin işçisinin çalışıp çalışmadığı, yapılan alt işverenlik sözleşmesinin İş Hukukunun öngördüğü kamusal yükümlülüklerden kaçınmayı amaçlayıp amaçlamadığı, yapılan alt işverenlik sözleşmesinin işçilerin haklarını kısıtlamaya yönelik olup olmadığı araştırılmalıdır. İşveren adi ortaklık ise, husumet bütün ortaklara yöneltilmelidir. Kural bu olmakla birlikte, fesihten sonra işveren değişikliği yaşanmış ise, ne yapılması gerektiği çeşitli ihtimallere göre değişir. Fesihten sonra gerçek kişi işveren ölmüş ise, mirasçılarına karşı dava açılmalıdır. Fesihten sonra tüzel kişi işveren tür değiştirmiş veya başka bir şirketle birleşmiş ise, yeni şirkete karşı dava açılmalıdır. Fesihten sonra işyeri başkasına devredilmiş ise, bir görüşe göre, burada İş K.6’ya göre hareket edilip, davanın devredene karşı açılması gerekir. Ödünç iş ilişkisinde, işçinin ödünç esnasında sözleşmesinin ödünç verence feshedilmesi hâlinde, dava ödünç verene yöneltilmelidir. Yargıtay 22. Hukuk Dairesi’nin 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra verdiği kararlarına göre, işe iade davalarına özgü olarak, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin söz konusu olduğu davalarda, davalı taraf yönünden bir çeşit şeklî (usulî) bakımdan zorunlu dava arkadaşlığının mevcut olduğu kabul edilmelidir. Bu çözüm tarzı hem işçi hem de işveren yönünde hukuka uygun maddî ve usulî bakımdan her iki tarafın haklarını korumasını sağlayan bir çözümdür. Böyle olunca, işe iade davasının yalnızca asıl işveren veya alt işveren aleyhine açılması durumunda, mahkemece dava hemen reddedilmemeli, davalı olarak gösterilmeyen asıl işveren veya alt işverene davanın teşmili için davacı tarafa süre verilmeli, verilen süre içinde, diğer dava arkadaşına teşmil edilirse davaya devam edilmeli, aksi hâlde dava sıfat yokluğundan reddedilmelidir. Taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasına yönelik olarak yapılacak inceleme sonucunda, asil işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayanması nedeni ile feshin geçersizliğine yönelik karar gerçek işveren hakkında kurulmalı, geçersiz veya muvazaaya dayalı ilişkinin diğer tarafı hakkında sıfat yokluğundan davanın reddine karar verilmelidir. Ancak, 6100 sayılı HMK’nın 327. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca taraf sıfatı olmadığı hâlde, davacıyı, davalı sıfatı kendisine aitmiş gibi yanıltarak kendisine karşı dava açılmasına sebebiyet verdiği için, davanın sıfat yokluğu nedeniyle hakkındaki davanın reddine karar verilen tarat lehine vekâlet ücreti takdir edilmemelidir. Yargıtay 9, Hukuk Dairesi kararlarına göre ise, işçi dava dilekçesinde muvazaalı alt işverenlik ilişkisinin bulunduğunu belirtip sadece asıl işverene karşı dava açmış ise, alt işverenin davaya dâhil edilmesine gerek yoktur. Fakat işçi dava dilekçesinde muvazaaya dayanmamış ise bu durumda HMK. 124 uyarınca alt işverenin davaya dâhil edilmesi gerekir.

01.01.2018 tarihinde ve sonrasında açılan işe iade davalar yönünden; 7036 sayılı Yasanın 3/15 maddesi ve bu madde gerekçesi ile İş K.20/1 maddesi alındığında, hem dava şartı arabuluculuk sürecinde ve hem de davada işverenin ve alt işverenin birlikte yer alması zorunlu hâle gelmiştir.

Görevli mahkeme, mülga 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 1. maddesi ve 7036 saylı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 5. maddesi ve İs K.20 uyarınca iş mahkemesidir. İş mahkemesi bulunmayan yerlerde ise görevli mahkeme, asliye hukuk mahkemesidir. Asliye hukuk mahkemesi, işe iade davasına, “iş mahkemesi sıfatıyla” baktığını duruşma başlangıcında (tensip) ve nihai kararında belirtmelidir. Yetkili mahkeme, mülga 5521 sk.5 ve 7036 sk.6’ya göre, davalı işverenin ikametgâhındaki veya işçinin iadesini istediği işyerinin bulunduğu yerdeki iş mahkemesidir. Bu yetki kesindir ve resen dikkate alınır.

İşe iade davası hakkında daha detaylı bilgi almak ve İş Hukuku Avukatı‘na sorularınızı yöneltmek için uluchukuk.com/bursada-is-hukuku-avukati sayfamızı ziyaret ediniz.

Mal Rejimi Sözleşmesi | Bilinen Adıyla Evlilik Sözleşmesi Nasıl Yapılır?

TMK.md.203 hükmüne göre:

Mal rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir. Taraflar, istedikleri rejimini ancak kanunda yazılı sınırlar içinde seçebilirler, kaldırabilir veya değiştirebilirler.

Yasanın 203. maddesi eski Medeni Kanunu’muzun 171. maddesini kısmen değiştirmek suretiyle tekrar etmektedir.

Maddenin kaynağı olan İMK.md.182 hükmüdür. Ancak İMK.md.182 iki cümleden ibaret olan hükmü iki ayrı fıkra halinde hükme bağlamışken, bizim 203, madde iki cümleyi tek fıkra olarak düzenlemiştir.

Maddede iki konu düzenlenmiştir.

Birinci cümle mal rejimi sözleşmesinin yapılabileceği zamanla ilgilidir. İkinci cümle ise mal rejimi sözleşmesinin konusuyla ilgilidir.

1. Sözleşmenin Evlenmeden Önce veya Sonra Yapılabilmesi

Yeni TMK’muz, eski TKM’sinde olduğu gibi, eşler için bir mal rejimi sözleşmesi (evlilik sözleşmesi) yapma zorunluluğu getirmemiştir. Eşler, bir mal rejimi sözleşmesi yapmadıkları takdirde, aralarında yasal mal rejimi geçerli olacaktır. Eskiden yasal mal rejimi mal ayrılığı iken, yeni yasada bunun yerine edinilmiş mallara katılma rejim getirilmiştir.

Eşler, yasal mal rejimini benimsemedikleri takdirde, bunun yerine, seçimlik rejimlerden birine ilişkin mal rejimi sözleşmesi (evlilik sözleşmesi) yapabilirler. TMK. md. 203 hükmü, eski TKM. md. 173 ‘deki bir kuralı tekrar etmektedir. Bu hükme göre: rejimi sözleşmesi, evlenmeden önce veya sonra yapılabilir.

Eşlerin mal rejimi sözleşmesini evlenmeden önce yapmaları ile evlenmeden sonra yapmaları arasında, İMK’ndan farklı olarak bizim TMK’muzda aşağıda ele alacağımız, mal sözleşmesinin şekli bakımından bir fark vardır. Evlenmeden önce, mal rejimi sözleşmesi (evlilik sözleşmesi) yapılmasında eşlere notere gitme olanağı yanında, evlendirme memuruna yazılı olarak da mal rejimini beyan edebilmeleri olanağı getirilmiştir. Halbuki, evlenmeden sonra yapılacak olan mal rejimi sözleşmesinde bu olanak mevcut olmayıp, eşler, evlenmeden sonra, sadece noterde mal rejimi sözleşmesi yapabileceklerdir.

Bu konuda eski TKM’mizde bir başka fark daha yaratılmıştı. Eski TKM. md.173/f.II “Evliliğin devamı sırasında yapılan evlenme mukaveleleri mahkemenin de tasvibine iktiran etmek lâzımdır” hükmünü içermekteydi. Bu hükme göre, eşler evlendikten sonra mal rejimi sözleşmesi yapacak olurlarsa, bunun geçerliliği mahkemenin onayına bağlanmıştı.

Yeni TMK’muzda bu hükme yer verilmemiş, eşlerin gerek birbiriyle, gerekse üçüncü kişilerle yapacakları hukuksal işlemlerde sözleşme özgürlüğü ilkesine yer verilmiş; yasanın 193. maddesinde, kanunda öngörülen haller dışında, eşlerin bu özgürlüğe sahip oldukları kabul edilmiştir. Bunun sonucu olarak, eşlerin evlenmeden sonra yapacakları mal rejimi sözleşmesinde de mahkemenin onayı koşulu yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, bu noktada, yeni yasada eşler arasında mal rejiminin evlenmeden önce veya sonra yapılması arasında bir fark kalmamıştır.

2. Mal Rejimi Sözleşmesinin Konusu

TMK.md. 203 mal rejimi sözleşmesinin “seçilebilir, kaldırılabilir veya değiştirilebilir” olabileceğini öngörmüştür.

Buna göre mal rejimi sözleşmesinin konusu yasal mal rejimi dışındaki seçimlik rejimlerden birinin kabul edilmesine, mevcut yani ister yasal isterse seçilmiş olan mal rejiminin kaldırılmasına ve yerine başka bir mal rejiminin seçilmesine ya da mevcut mal rejiminin değiştirilmesine ilişkin olabilir.

Her üç halde de maddeye “kanunda yazılı sınırlar içinde” ölçüsü konulmuştur. Buna göre gerek seçim, gerek kaldırma gerekse değiştirme ancak kanunda yazılı sınırlar içinde mümkün olabilecektir.

Yasa koyucu hem mal rejimi türü (tipi) bakımından hem de mal rejimlerinin içeriği bakımından eşlerin seçimi konusunda bir sınırlandırma getirmiştir.

Mal rejiminin seçimi, eşlerin yasal mal rejimi dışında kalan üç rejimden biTini seçmelerini ifade eder. Buradaki “seçim” sözcüğü “kanunda sınırlı bir şekilde sayılmış olan üç mal rejiminden birine ilişkin sözleşme yapabilmeyi” ifade eder. Yoksa burada tek taraflı bir irade açıklaması ile istenilen hüküm ve sonucu doğuran teknik ve dar anlamda bir “seçim hakkı” söz konusu değildir. Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi “mal rejimi seçimi” içinde yer alanlardan birisi değildir. Zira yasal mal rejimi zaten eşlerin diğer üç mal rejimini seçmemiş olmaları halinde geçerli olan rejimdir. Bu nedenle yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi “seçimlik rejimin konusu” olamaz. Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi seçimlik bir rejim olmamasına karşın, eşler yasal mal rejiminde ancak yasal sınırlar içinde değişiklikler içeren bir sözleşme yapabilirler. Buna göre yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi ile ilgili olarak yapılacak sözleşme maddedeki ifadesiyle “mal rejiminin değiştirilebilmesine” ilişkin sözleşme olabilir.

Mal rejimi sözleşmesinin konusu “mal rejiminin kaldırılması” olabilir, Bu durumda eşler arasında mevcut olan yasal ya da seçimlik üç rejimden birinin yeri. ne diğer bir mal rejiminin kabul edilmesi gündeme gelebilecektir. Eşlerin aralarındaki yasal mal rejimini kaldırmaları ancak üç seçimlik rejimden birini kabul etmeleri halinde mümkün olabilecektir. Bu nedenle eşlerin “üç seçimlik rejimden birine ilişkin sözleşme yapmadan yasal mal rejimini kaldırmalarına ilişkin bir sözleşme yapmaları” mümkün değildir. Böyle bir sözleşme yapılmış olsa bile aralarında yasal mal rejimi geçerli olacaktır. Zira bu durumda TMK. md. 202 f.I uygulanacak; bu maddenin II. fıkrasında sözü edilen “diğer rejimlerden birini kabul etmeleri” söz konusu olmadığından yasal mal rejimi kaldırılamayacaktır. O halde mal rejimi sözleşmesi ile yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejiminin kaldırılması onun yerine seçimlik üç mal rejiminden birinin kabul edilmesi ile mümkün olabilecektir.

Mal rejiminin konusu “mal rejiminin değiştirilmesi” olabilir. Burada da TMK. md. 203 ‘de konulan “kanunda yazılı sınırlar içinde” olma kaydı geçerlidir. Yasa koyucu yasal ve seçimlik rejimlerde eşlerin yapabilecekleri değişiklikleri hükme bağlamış, değişiklikler konusunda yasal sınırlar getirmiştir.

Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejiminde yasa eşlerin yapabilecekleri değişikliklere ilişkin düzenlemeler getirmiştir. Örneğin: TMK.md.221 f.I “Eşler, mal rejimi sözleşmesiyle, bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dahil olması gereken malvarlığı değerlerinin kişisel mal sayılacağını kabul edebilirler” hükmü yer almıştır. Bu hükme göre eşler yasal mal rejiminde her malvarlığı değerinin kişisel mal sayılması konusunda sözleşme yapamayacaklardır. Böyle bir sözleşmeyi ancak “bir mesleğin icrası veya işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dahil olması gereken” mal- varlığı değerlerinin kişisel mal sayılması için yapmak mümkün olabilecektir. Aynı maddenin II. fıkrasında eşlerin mal rejimi sözleşmesiyle kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dahil olmayacağını da kararlaştırabilecekleri öngörülmüştür. Öte yandan TMK.md.227 f. III’de “Eşler, yazılı bir anlaşmayla değer artışından pay almaktan vazgeçebilecekleri gibi ,pay oranını da değiştirebilirler” hükmüne yer verilmiştir. Bu hükme göre eşler mal rejimi sözleşmesiyle “değer artış payı” (katkı alacağı) talep etmeyeceklerini kararlaştırabilecekleri gibi, alacakları pay oranını da değiştirebilecektir. Nihayet bu konuda bir başka örnek TMK 111d’ 237 ‘de yer almaktadır. TMK. md. 236 hükmüne göre edinilmiş mallara katılma rejiminde her bir eş artık değerin yarısı üzerinde katılma alacağına sahiptir. Ancak TMK. md. 237 f.I “Artık değere katılmada mal rejimi sözleşmesiyle başka bir esas kabul edilebilir” hükmü ile eşlerin sözleşme ile yarı oranda katılma alacağı yerine farklı bir oran (her birinin dörtte biri gibi) kararlaştırabilirler.

Edinilmiş mallara katılma rejiminde eşlerin yapabilecekleri bu değişiklikler dışında mal ortaklığı rejiminde de yapılabilecek değişikliklere sınırlı bir şekilde yer verilmiştir. Örneğin. TMK.md.274’de mal ortaklığı rejiminde değer artış alacağı konusunda edinilmiş mallara katılma rejimine ilişkin 227. maddedeki düzenlemeye yollama yapılmıştır. Yollama yapılan 227. maddenin III. fıkrası karşısında eşlerin yasal mal rejimi ile değer artış alacağından vazgeçebilmeleri ya da pay oranını değiştirebilmeleri mümkün olabilecektir.

Mal rejimine ilişkin olarak eşlerin yaptıkları anlaşma bir sözleşme olduğuna göre sözleşmelerin kurulmasına ve geçerlilik koşullarına ilişkin hükümlere uygun olarak kurulması gerekir. TMK. md. 5 “Bu kanun ve Borçlar Kanununun genel nitelikli hükümleri, uygun düştüğü ölçüde tüm özel hukuk ilişkilerine uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu hükme göre Borçlar Kanunu’muzda düzenlenmiş olan sözleşmelerin kurucu ve geçerlilik unsurlarına ilişkin hükümler (İBK. md.1928;30-39 gibi) mal rejimi sözleşmeleri için de aranacaktır.

Mal rejimi sözleşmelerinde uyulması gereken şekil kuralları TMK. md.205’te düzenlenmiştir. Buna göre;

Mal rejimi sözleşmesi, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılır. Ancak, taraflar evlenme başvurusu sırasında hangi mal rejimini yazılı olarak da bildirebilirler.
Mal rejimi sözleşmesinin taraflarca ve gerektiğinde yasal temsilcilerince imzalanması zorunludur.

Mal rejimi sözleşmesi hakkında daha detaylı bilgi almak için Bursa Aile Avukatı sayfamızı ziyaret ederek, avukatımıza soru sorabilirsiniz.

Velayet Hakkını Almayı Etkileyen Durumlar | Velayet Davası

TMK md. 182 hükmüne göre:

Mahkeme boşanma veya ayrılığa karar verirken, olanak bulundukça ana ve babayı dinledikten ve çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesini aldıktan sonra, ve babanın haklarını ve çocuk ile olan kişisel ilişkilerini düzenler.

Mahkeme, kararında kişisel ilişki düzenlemesinin gereklerinin yerine getirilmemesi halinde menfaatine aykırı olmamak kaydıyla velayetin değiştirilebileceğini ihtar eder.

Velâyetin kullanılması kendisine verilmeyen eşin çocuk ile kişisel ilişkisinin düzenlenmesinde, çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlâk bakımından yararları esas tutulur. Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.

Hâkim, istem hâlinde irat biçiminde ödenmesine karar verilen bu giderlerin gelecek yıllarda tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara bağlayabilir.

1.Velayetin Ana veya Babadan Birine Verilmesi

Evlilik devam ederken, ana ve baba velayet hakkına birlikte sahiptirler (TMK. md.336). Ancak, ister evlilik devam ettiği halde eşler ayrı yaşarken, ister eşler boşanırken, isterse mahkemece eşlerin ayrı yaşamasına karar verilirken, velayet hakkının hangi eşe verileceği, velayet hakkı kendisine verilmeyen ana veya babanın da çocuklarla kişisel ilişkisi konusu önem taşır.

TMK. md.182 f.I, boşanma veya ayrılığa karar verilirken, çocuklarla ilgili alınacak kararın başında “ana ve babanın haklarını” hükme bağlamıştır. Bu hüküm, boşanma veya ayrılığa karar verilmeksizin, eşlerin birlikte yaşamaya ara vermeleri halinde de uygulama bulur. Zira, TMK. md. 197, eşlerin birlikte yaşamaya ara vermeleri halinde IV. fıkrasında TMK.md. 182 hükmüne yollama yapmıştır.

Yasa, boşanma veya ayrılığa karar verilirken, ana ve babanın haklarının, yani velayet hakkının da hükme bağlanmasını öngörmüştür. Zira, boşanma veya ayrılığa karar verildiğinde artık ana ve baba birlikte yaşamamaktadır.

TMK. md.182 f.I, velayet hakkının ana veya babadan hangisine verileceği konusunda doğru bir karar verilebilmesi için, öncelikle ana ve babanın; çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesinin alınmasını öngörmüştür.

TMK. md.182 f.I, velayet hakkının ana veya babadan hangisine verileceği konusunda doğru bir karar verilebilmesi için, öncelikle ana ve babanın; çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesinin alınmasını öngörmüştür.

TMK. md.182 f.I, velayet hakkının ana veya babadan hangisine verileceği konusunda doğru bir karar verilebilmesi için, öncelikle ana ve babanın; çocuk vesayet altında ise vasinin ve vesayet makamının düşüncesinin alınmasını öngörmüştür.

Bu düşüncenin alınması bir zorunluluk olarak öngörülmemiş “olanak bulundukça” ifadesi ile, somut olayın gerekli kılması halinde düşüncenin alınması hakimin takdirine bırakılmıştır.

Olanak varsa, dinlenecek olan kişi ana ve baba; çocuk vesayet altında ise vasi ve vesayet makamı yani sulh hukuk hakimidir.

Maddede, çocuğun dinlenilmesi hükmüne yer verilmemiştir. Ancak, çocuğun yaşı itibariyle dinlenilmesinden sağlıklı bir karar verilmesi mümkün ise, hakimin çocuğu dinlemesi de mümkündür.

2. Çocukla Kişisel İlişki

Çocukla kişisel ilişki, velayet hakkı kendisine verilmeyen ana veya baba için söz konusudur. Bunu, velayet hakkı kendisine verilmeyen ana veya baba ile çocuk arasındaki görüşme olarak da adlandırmak mümkündür.

Hakim, velayet hakkını düzenlerken, zorunlu olarak velayet hakkını ne vermediği ana veya baba ile çocuk arasındaki kişisel ilişkiye da karar verecektir. Boşanma veya ayrılık eşleri birbirinden ayırmakta, ayrı yaşamalarına neden olmaktadır. Eşlerin birbiriyle görüşmesi ya da görüşmemeleri yönünde bir karar verilmesi düşünülemez. Eşlerin görüşmesi yasaklanamaz. Böyle bir görüşme, eşlerin tamamen kendi anlayış ve takdirlerine kalmıştır. Boşanma veya ayrılık velayet kendisine verilmeyen eşin çocuklarıyla kopması ve görüşmemesi sonucunu doğuramaz.

TMK. md. 182 f.II, ana veya baba ile çocuk arasındaki kişisel ilişki kararının verilmesinde çocuğun yararını üstün tutmuştur. Bu nedenle, bu kararın verilmesinde “çocuğun özellikle sağlık, eğitim ve ahlak bakımından yararları” esas alınacaktır.

Çocuğun sağlığı kavramına, bedensel sağlığı yanında, özellikle ruhsal sağlığı girer. Çocuk, bedensel olarak gelişmemiş ya da engelli olabilir. Bu durumda, yeti kendisine verilmeyen ana veya baba ile bu çocuk arasında kişisel ilişki verilirken, çocuğun her hafta sonu ve birkaç gün görüşmeye götürülmesi sağlığına zarar verebilir. Aynı şekilde ruhsal sorunları olan bir çocuğun velayeti kendisine verilen ana veya babadan alınıp, sık sık velayet kendisine verilmeyen ana veya babaya verilmesi de ruhsal gelişmesi bakımından sakıncalı olabilir.

Maddede bu kararın verilmesinde çocuğun “eğitim ve ahlak bakımından yararları göz önünde tutulacaktır. Bu anlamda olmak üzere, her hafta sonu özel eğitim gören bir çocuğun velayet kendisine verilmeyen ana veya babayla kişisel ilişki kuması çocuk yararına olmayabilir. Aynı şekilde, çocuğun velayet kendisine verilen ana veya babanın kültür ve eğitim anlayışı, yaşadığı ortamdan uzun süre uzaklaşmasının velayet kendisine verilmeyen ana veya babanın kültür ve eğitim anlayışı arasında bocalamasına yol açılmaması da gerekir.

3. Nafaka

TMK. md. 182 f.II son cümlesinde “Bu eş, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır.” hükmünü getirmiştir.

Bu hüküm, velayet hakkı kendisine verilmeyen eşin çocuk için ödeyeceği nafakayı düzenlemektedir. Bu nedenle, burada söz konusu olan “çocuğun giderlerine iştirak” yani iştirak nafakasıdır.

Madde, ödenecek nafaka miktarı konusunda “yükümlünün gücü oranında” ölçüsünü getirmiştir. Bu nedenle, nafaka yükümlüsü olan ana veya babanın ekonomik ve mali gücü göz önünde tutulmalıdır.

Öte yandan, bu nafakaya karar verilirken “çocuğun tüm bakım ve giderlerinin” velayet kendisine verilmeyen eşe yüklenmesi de doğru değildir. Zira, TMK. md.327 “Çocuğun bakımı, eğitimi ve korunması için gerekli giderler ana ve baba tarafından karşılanır.” genel kuralını koymuştur. Bu kural, sadece eşler birlikte yaşarken geçerli olmayıp, boşanma veya ayrılık kararı verilirken de geçerlidir. Bunun sonucu olarak, nafakaya karar verirken, velayet kendisine verilen eşin de bu yükümlülüğünün bulunduğu göz önünde tutulmalıdır. Bundan, her iki eşin çocuğun giderlerine eşit olarak katlanması gerektiği sonucu çıkartılmamalıdır. TMK. md.182 f.II’de ifade edildiği gibi, nafaka yükümlüsünün gücü göz ardı edilemez. Bunun yanında, velayet hakkı kendisine verilen eşin diğerinden farklı olarak çocuğun sağlığı, eğitimi, korunması konusunda emek sarfettiği, zaman harcadığı da nazara alınmalı, onun bu emeğinin karşılığı da çocuğun toplam giderlerinin ne kadarına nafaka yükümlüsünün katlanması gerektiği konusunda hesaba katılmalıdır.

Velayet ve velayetin iptali ile ilgili daha fazla bilgi almak için Aile Hukuku Avukatı‘mızdan yardım alabilirsiniz.

hediyelerin iadesi davası

Nişan Hediyelerinin İadesi Hangi Şartlarda Mümkündür?

TMK. md. 122 “Hediyelerin Geri Verilmesi” kenar başlığı altında iki fıkradan ibarettir.

Nişanlılık evlenme dışındaki bir sebeple sona ererse, nişanlıların birbirlerine veya ana ve babanın ya da onlar gibi davrananların, diğer nişanlıya vermiş oldukları alışılmışın dışındaki hediyeler, verenler tarafından geri istenebilir.

Hediye aynen veya mislen geri verilemiyorsa, sebepsiz zenginleşme hükümleri uygulanır”.

Maddenin kaynağı olan İMK.md.94 ise, bizden farklı olarak bir III. fıkra daha içermektedir. Bu III. fıkra hükmüne göre:

“Nişanlılık nişanlılardan birinin ölümü ile son bulduğunda, geri verme talep edilemez”.

Buna göre, İsviçre’de nişanlılık ölüm ile son bulduğunda hediyelerin geri verilmesi talebi reddedildiği halde, bizim 122. maddede böyle bir hüküm yer almadığından, ölüm halinde de hediyelerin geri verilmesi mümkün olacaktır.

Hediyelerin iadesi talebi ile tazminat talebini birbirinden ayırt etmek gerekir.

Tazminat davası, sadece nişanın bozulması hali ile sınırlı olarak kabul edilmiştir. Nişanın bozulması dışındaki sebepler, tazminat davasına neden olamaz. Örneğin; nişanlılardan birinin ölümü ya da ehliyet kaybı tazminata yol açmadığı halde hediyelerin geri verilmesi söz konusu olabilecektir.

Öte yandan, tazminat davasında nişanın bozulmasına sebebiyet veren kişinin kusuru arandığı halde, hediyelerin iadesi davası kusur koşuluna bağlanmamıştır.

Nişanlılığın sona ermesi halinde, nişanlıların aldıkları hediyeleri korumaları haksız bulunmuş, bunların nişanlıların evlenecekleri umudu ile verilmiş olması nedeniyle, nişanın sona ermesi halinde iadesi kabul edilmiştir. Ancak nişanlılık evlenme ile son bulmuşsa beklenen umut ve amaç gerçekleştiğinden iade gündeme gelmeyecektir. Nitekim yasa da “evlenme dışındaki bir sebeple sona ererse” ifadesi ile bu amacı ortaya koymuştur.

Aslında TBK.md.77 ve takip eden maddelerde, sebepsiz zenginleşme hükümleri, keza TBK.md.295’te bağışlamanın geri alınması hükümleri varken, neden böyle bir özel hükme gerek olduğu sorusu sorulabilir. Ancak sözü edilen maddeler incelendiğinde, hediyelerin geri verilmesi için aranan koşulların farklı ve sıkı olduğu görülecektir. Bu nedenle, yasa koyucu TMK.md. 122 hükmü ile nişanlanmanın sona ermesi halinde, hediyelerin geri verilmesi konusunu daha hafif koşullara bağlamak istemiştir.

Nişan, evlenme dışındaki bir sebeple sona erdiği halde, tarafların aldıkları hediyeleri korumaları haksız olacaktır. Nişanlanmanın amacı olan evlenme umudu ile verilen hediyelerin, bu umudun gerçekleşmemesi nedeniyle iadesi, haksız zenginleşmeye sebebiyet vermemesi amacıyla düşünülmüştür.

Koşulları

1. Nişanlılık İlişkisinin Varlığı

TMK.md. 122, bir nişanlılık ilişkisi mevcut ise uygulanabilir. Nişanlılık mevcut değilse, taraflar sadece arkadaşlık veya dostluk ilişkisi içinde iseler, verdikleri hediyelerin geri verilmesi konusunda TMK.md. 122 hükmü uygulanmayacaktır. Bu anlamda olmak üzere, bir kişinin arkadaşına vermiş olduğu hediyenin arkadaşlık ilişkisinin değişik nedenlerle son bulması nedeniyle iadesi TMK.md. 122 hükmüne dayanılarak talep edilemez. Koşulları varsa, sebepsiz zenginleşme ile ilgili TBK.md.77 vd. bağışlamanın geri alınmasına ilişkin TBK.md. 295 hükmünün uygulanması gündeme gelebilir.

Geri istenebilecek hediyeler, nişanlılığın başlamasından sona erme tarihine kadarki hediyelerdir. Bunun sonucu olarak, nişanın sona ermesinden sonra verilen hediyeler madde kapsamına girmezler.

2. Alışılmışın Dışında Hediye Verilmiş Olması

TMK.md. 122 fII, hediyelerin geri verilmesinden söz etmektedir. Bu nedenle, verilenler hediye niteliği taşımıyorsa bu hüküm uygulanamaz. Bu anlamda olmak üzere, nişanlıların birbirlerine kira, kullanma ödüncü, tüketim ödüncü, inanç anlaşması gereği verdiklerinin iadesi, bu maddeye değil, bu konulara ilişkin genel hükümlere tabidir.

Maddede geri verilmesi talep edilecek olan hediyelerin “alışılmışın dışında” olması koşuluna yer verilmiştir. Kaynak İMK.md.94’te böyle bir sınırlandırmaya yer verilmemiştir.

Maddenin bu düzenlemesi karşısında nişanlılara verilen mutad (alışılmış) hediyelerin iadesi söz konusu olmayacaktır.

Bu koşulun uygulanmasında, mahalli örf ve adetlere, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına, hediyenin değerine bakılmalıdır. Bu anlamda olmak üzere nişanlıya özel günlerde verilen çiçek, pahalı olmayan kullanacağı bir eşya, alışılmış hediye kabul edilmeli ve geri vermeye tabi tutulmamalıdır.

TMK.md. 122 hediyelerin geri verilmesinden söz ettiğinden, buraya nişanlıya verilen maddi şeyler girerler. Bunun sonucu olarak, nişanlıya karşılıksız kullandırmalar veya harcanan emekler, hediye kavramına girmez ve TMK.md. 122 hükmüne göre, geri verilmesi söz konusu olamaz. Bu anlamda olmak üzere, nişanlıya bir konutun, bir eşyanın karşılıksız kullandırılması (karşılıksız kullandırma), ona ait bir işin karşılıksız olarak görülmesi (emek harcama) hediyelerin iadesine konu olamaz. Bunlar için, koşulları varsa, TBK.md.77 vd. hükümlerine göre sebepsiz zenginleşme gündeme gelebilir.

Burada, nişanlıların birbirlerine verdikleri mektuplar ve fotoğraflar ile günümüz teknolojileri olan CD veya DVD’lerin iadesi üzerinde durmak gerekir.

Öğretide mektup ve fotoğrafları da hediye kavramı altında ele alıp bunların da bu madde gereğince iadesi gerektiğini savunanlar vardır.

Buna karşılık, öğretide baskın görüş, bunların hediye kavramına girmedikleri, bunların geri verilmesinin kişilik haklarının korunması ile ilgili TMK.md.24-25 hükümlerine tabi olduğunu kabul etmektedir.

Biz de, bu çoğunluk görüşüne katılmaktayız. TMK.md. 122 “hediyelerin geri verilmesi”ni hükme bağlarken nişanlıların birbirlerine verdikleri maddi değeri olan varlıkları esas almıştır. Mektup ve fotoğraflar bir madde üzerinde cisimlenmiş Olsa bile, bu maddenin maddi bir değeri mevcut olmayıp, bunların sadece manevi değerleri vardır. Bu nedenle, bunların geri verilmesi konusunda TMK.md. 122 hükmü değil; kişilik hakkını koruyan genel hükümler uygulanabilir. Bu genel hükümlerin başında, kuşkusuz TMK.md. 24-25 hükmü gelir. Bunun dışında, 5846 sayılı FSEK’muzun (Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu) 85 ve 86. maddeleri ile, mektup ve fotoğraf üzerindeki hakların etkili bir şekilde korunması mümkündür. FSEK. md.85 mektup, hatıra ve benzeri yazıları yazanların rızası dışında, bunu alanların yayımlamasını, yani kamuoyuna açıklamasını yasaklamıştır. Keza, FSEK.md.86 f.I hükmü de, resim ve portrelerde resmedilen kişinin rızası olmadan bunların hir ve umuma arz edilmesini yasaklamıştır.

3. Hediyenin Nişanlılar ya da Ana-Baba veya Onlar Gibi Davrananlar Tarafından Verilmiş Olması

Yasa, hediyelerin geri verilmesi talebini kişiler bakımından sınırlandırmıştır.

Buna göre, hediyelerin geri verilmesini bunu veren nişanlı, ana-baba veya ana-baba gibi davrananlar talep edebileceklerdir.

Hediyeyi nişanlı diğerine vermiş ise, bunu geri talep edebilecektir. Ancak nişanlılara diğer nişanlının ana-babası veya onlar gibi davrananlar da hediye vermiş olabilir.

İMK.md.94, hediyelerin geri verilmesi talebini sadece nişanlılar için hükme bağlamıştır. Nişanlılar dışında kalan üçüncü kişilerin (ana, baba ve bunlar gibi davranan ya da bunlar dışındaki diğer üçüncü kişilerin) verdikleri hediyeler konusunda sebepsiz zenginleşmeye ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir.

Bunlar dışında kalan kişilerin hediyelerin geri verilmesini isteme hakkı yoktur. Bu anlamda olmak üzere, nişanlanma töreni sırasında ya da sonrasında nişanlıların akrabalarının diğerine verdikleri hediyeler buraya girmez. Bu kişilerin nişanın evlenme dışındaki bir sebeple sona ermesi halinde, koşulları varsa, sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre hediyelerin iadesini talep edebilecekleri kabul edilmektedir”. Öte yandan nişanlıya değil de, onun yakınlarına, örneğin nişanlının anasına, babasına, kardeşlerine verilen hediyelerin geri verilmesi de TMK.md. 122 hükmüne giremez. Bunlar için de ancak koşulları varsa TBK.md.77 vd. hükümlerine göre, sebepsiz zenginleşme gündeme gelebilir.

4. Nişanlılığın Evlenme Dışındaki Bir Sebeple Sona Ermiş Olması

Evlenme dışında sona erme sebepleri arasında, ölüm, ehliyet kaybı, cinsiyet değişikliği, başkası ile evlenme gibi haller yer alır.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İMK.md.94 f.III, bizim TMK.md. 122 ‘den farklı olarak, nişanlılardan birinin ölümü halinde hediyelerin geri istenemeyeceğini hükme bağlamıştır. Bu düzenleme bizim TMK.md. 122 ‘den daha isabetli ve insanidir. Hediyeyi alan nişanlının ölümü halinde, verenler onun yasal mirasçılarından iade talep edebileceklerdir. Çocuklarını kaybetmenin acısını taşıyan bir anne ve baba gibi yasal mirasçılardan, bu yetmiyormuş gibi ona verilen hediyelerin geri istenmesi; aynı şekilde hediye alan taraf, sağ kalan nişanlı ise, ölen nişanlısını kaybetmenin acısını taşırken, onun yasal mirasçılarının ondan hediyelerin geri verilmesini talep etmelerinin insani ve ahlaki olmadığını düşünmekteyim.

Bu koşulların gerçekleşmesi halinde, hediyeyi alan nişanlı aldığı hediyeyi geri vermekle yükümlüdür.

Maddede “geri vermekten” söz edilmiştir. Buna göre, bu talep mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Bunun sonucu olarak, hediyeyi alan nişanlı “aynen iadeyle” yükümlüdür. Hediyeyi veren kişi için, mülkiyet hakkına dayanan bir borç doğuran talep söz konusudur.

İadesi gereken hediye, misli bir eşya olabilir. Örneğin; nişanlıya verilen cumhuriyet altını misli bir eşyadır. Bunun aynen iadesi gerekir.

Ancak TMK.md. 122 f.II, verilen hediyenin ve misli eşyanın aynen iadesinin mümkün olamayacağı hallerde, mülkiyetin iadesi talebi yerine sebepsiz zenginleşme hükümlerinin uygulanacağını hükme bağlamıştır. Bunun sonucu olarak, nişanlıya hediye edilen otomobil bir üçüncü kişiye satılmışsa, aynen iadesi mümkün olmadığından bunun yerine alınan paranın ya da hediye edilen altınlar satılmışsa mislen iadesi mümkün olmadığından, bunun parasal karşılığının sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre (TBK.md.77 vd.) tazmin edilmesi söz konusu olacaktır. Bu durumda, iadesi gereken eşyanın iadesi talebinin yerini para alacağı alacaktır. Para alacaklarında ise, temerrüt faizi gündeme gelecek, TBK.md. 117 f.II gereğince, sebepsiz zenginleşme tarihinden itibaren temerrüt faizi istenebilecektir.

Konu hakkında daha detaylı bilgi almak için bizlere ulaşabilir veya uluchukuk.com/bursa-aile-hukuku-avukati sayfası üzerinden avukatlarımıza sorularınızı yöneltebilirsiniz.

Bursa boşanma avukatı

Velayeti̇n Ana Ve Babanın Velâyet Görevi̇ni̇ Gereği̇ Gi̇bi̇ Yeri̇ne Geti̇rememesi̇ Sebebi̇yle Kaldırılması Davası

Çocuğun velayet hukukuna göre korunmasında nitelikli önlemlerin en şiddetlisi/genişi velayetin kaldırılması (TMK.m.348) olarak düzenlenmiş bulunmaktadır. Ana ve babanın velâyet görevini gereği gibi yerine getirememesi diğer koşulları da varsa velâyetin kaldırılmasına sebebiyet verir. Velâyetin kaldırılmasına karar verebilmek için ana ya da babanın velâyet görevini gereği gibi yerine getirememesi çocuğun temsil edilmesinde güçlük yaratmalıdır. Diğer bir ifadeyle velâyet görevini gereği gibi yerine getirememe aynı zamanda çocukla ilgili gereken kararların alınmasını da engellemelidir. Aile mahkemesi tarafından ana ve babanın velâyet görevini gereği gibi yerine getirememesi hallerinde velayetin kaldırılmasına karar verilebilmesi için çocuğun korunmasına ilişkin diğer önlemlerden sonuç alınamaz ya da bu önlemlerin yetersiz olacağı önceden anlaşılıyor olması gereklidir.

Aile mahkemesi tarafından verilecek kararda aksi belirtilmedikçe, velâyetin kaldırılması mevcut ve doğacak bütün çocukları kapsar. Velâyet görevini gereği gibi yerine getirememesi sebebiyle velâyet ana ve babanın her ikisinden kaldırılırsa çocuğa bir vasi atanır. Bağımsız olarak açılan velayete ilişkin dava ve işlerde basit yargılama usulü uygulanır.

Temsil kayyımı atanabilmesi için TMK m.426 hükrnünde tahdidi olarak sayılan üç sebepten birisinin varlığı şarttır. Bu şartları şöyle sıralayabiliriz;

  1. Ergin kişi ivedi işini kendisi göremiyor ya da temsilci atayamıyorsa,
  2. Yasal temsilcinin menfaatiyle küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa,
  3. Yasal temsilcinin görevini yerine getirmesine engel varsa.

Hemen belirtmek gerekir ki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu son kararlarında velayetin kaldırılması davalarında dava konusu çocuğun bir temsil kayyımı ile temsil edilmesini gerekli görmektedir.

Daha detaylı bilgi almak için Bursa Aile Hukuku Avukatı sayfamızı inceleyerek, yardım alabilirsiniz.

boşanma hukuku

Boşanma Hukuku

Eşler arasında kurulmuş evlilik birliğinin mahkeme kararıyla sona erdirilmesine boşanma denir. Hukukumuzda boşanmaya ilişkin hükümler 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunun 161. Maddesi ve devamında düzenlenmiştir. Boşanma davalarında sıklıkla uygulama alanı bulan bir başka kanunda, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanundur. Boşanma sadece kanunda öngörülen sebeplerin varlığı halinde açılacak dava ve hakim kararıyla mümkündür. Mevcut hukuk sistemimizde nüfus müdürlüğü gibi idari makamların boşanmaya ilişkin bir karar vermeleri mümkün değildir. Boşanma hakkı kişiye sıkı sıkıya bağlı olan bir haktır. Bu nedenle davayı ancak eşler açabilir fakat çok istisnai hallerde yasal temsilcinin de boşanma davası açtığı durumlar olabilmektedir.

Türk Medeni Kanununda boşanma sebepleri belirtilmiş ancak kendi içinde bir gruplandırma yapılmamıştır. Söz konusu boşanma sebepleri çok çeşitli gruplandırmalara tabi tutularak inceleme konusu yapılabilmektedir. Bu gruplandırmalardan biri boşanmanın özel sebepleri ve genel sebepleridir. TMK’da yer alan; Zina, Hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış, Suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme, Terk, Akıl hastalığı şeklinde düzenlenen boşanma sebepleri, özel boşanma sebepleridir. Bunun yanı sıra evlilik birliğinin sarsılması genel boşanma sebebidir.

Özel boşanma sebeplerinin ihtiyacı karşılamaya yetmeyeceğini düşünen kanun koyucu, bunların yanında bir de genel boşanma sebebine yer vermiştir. Türk Medeni Kanunun 166. Maddesi genel boşanma sebebini üç grup altında toplamıştır. Buna göre; evlilik birliğinin sarsılması, eşlerin boşanma hususunda anlaşmaları ve ortak hayatın kurulamaması şeklinde düzenlenmiştir. Evlilik birliğinin sarsılması sonucu dava açılabilmesi kanunda bazı koşulların varlığına bağlanmıştır. Buna göre; evlilik birliği temelinden sarsılmış olmalıdır. Evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olduğunun kabul edilmesi için, eşler arasında önemli fikir ve duygu ayrılığının bulunması aranır. Bu sarsılma sonucunda, eşlerden müşterek hayatı sürdürmelerinin beklenemez olması gerekir. Yine başka bir şartta davacının kusurunun daha ağır olduğu itirazının yapılmamış olması veya bu itirazın reddedilmiş olmasıdır. Anlaşılacağı üzere TMK’nın 166. Maddesine dayanılarak boşanma davasını açacak eşin, diğer eşten daha az kusurlu olması aranır.

Türk Medeni Kanunun 166. Maddesi eşlerin anlaşarak boşanabilmelerini öngörmüştür. Uygulamada anlaşmalı boşanma şeklinde tabir edilen bu genel boşanma sebebinde, eşler; boşanmanın sonuçları konusunda karşılıklı anlaşarak bir protokol imzalayıp hakimin huzurunda boşanmak istediklerini beyan ederler. Bu boşanma sebebinde evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olması kesin bir karine olarak kabul edilmiş dolayısıyla hakime aksinin geçerli olup olmadığını araştırma yetkisi verilmemiştir. Ancak anlaşmalı boşanmanın da kanunda öngörülmüş birtakım şartları vardır. Buna göre; evlilik en az bir yıl sürmüş olmalıdır. Boşanmak için eşler birlikte başvurmalıdır veya bir eş diğerinin açtığı boşanma davasını kabul etmelidir. Boşanma kararı verebilmek için hakim, bizzat tarafları dinlemek zorundadır. Hakim tarafların iradelerini serbestçe verdiklerine kanaat getirmelidir. Taraflar, boşanmanın mali sonuçları ile varsa çocukların durumu hakkında anlaşmış olmalı ve hakim bu düzenlemeyi uygun bulmalıdır. Taraflar anlaşmalı boşanma hususuna karar verdikten sonra, özellikle boşanmanın mali sonuçları ve çocukların velayeti hususunda ileride herhangi bir hak kaybına uğramamak için boşanma alanında uzman bir avukat desteği ile boşanma protokolü hazırlamalıdırlar.

Boşanma davasının açılması üzerine, eşlerin ve çocukların bu durumdan zarar görmeleri muhtemeldir. Bu sebeple gerekli tedbirlerin hakim tarafından alınması gerekmektedir. Türk Medeni Kanunun 169. Maddesine göre, hakim özellikle eşlerin barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakımın ve korunmasına daire geçici tedbirleri kendiliğinden alır. Bu geçici tedbirlerin bazıları, eşler açısından tedbir nafakası, çocuk bakımından ise iştirak nafakasıdır. Hakim tedbir nafakasına hükmederken, boşanma davasını kimin açtığını, kimin kusurlu olduğunu göz önünde tutmaksızın, tarafların mali durumuna göre karar verir. Boşanma davası açıldıktan sonra ve dava devam ederken hakim ayrıca çocukla diğer eş arasındaki ilişkileri de düzenler.

Boşanma kararının verilmesi ile birlikte birtakım sonuçlar ortaya çıkar. Bu sonuçların bazıları kanun gereği kendiliğinden meydana gelirken bazıları ise talep üzerine ortaya çıkmaktadır. Boşanma kararı ile birlikte talep olmaksızın ortaya çıkan sonuçlardan biri mal rejimine ilişkindir. Kanundaki düzenlemeye göre; boşanma ile birlikte mal rejiminin tasfiyesine gidilir. Önemle belirtmek gerekirse, mal rejimine ilişkin talepler boşanma dava dilekçesi ile değil ayrı bir dava konusu yapılarak talep edilmelidir. Hukukumuzda yasal mal rejimi 01.01.2002 tarihinden itibaren edinilmiş mallara katılma rejimidir. Bu mal rejimine göre; eşlerin evlilik birliği içerisinde edindikleri mallara diğer eş ortaktır. Edinilmiş mallara katılma rejimi, edinilmiş mallar ile eşlerden her birinin kişisel mallarını kapsar. Tasfiye halinde eşlerin kişiler malları ve edinilmiş olan malları ayrılarak gerekli hesaplamalar yapılmaktadır. Bu konuya ilişkin önemli olan bir başka hususta 01.01.2002 tarihinden önce alınan mallarda söz konusu tarihlerde yürürlükte olan yasaya göre, mal ayrılığı rejiminin uygulanacak olmasıdır. Bu sebeple boşanmayla birlikte mal rejimi davası açılacaksa sorgulanması gereken en önemli konulardan biri evlilik birliği içerisinde alınan malların hangi tarihlerde alındığı hususudur. Boşanma kararı ile birlikte hakimin re’sen düzenleyeceği bir başka hususta çocukların durumu ve ana baba ile ilişkilerinin düzenlenmesidir. Hakim kendiliğinden çocukların velayetinin kime ait olacağını düzenler. Velayete ilişkin düzenlemelerde göz önünde tutulan tek ölçü, çocuğun menfaatidir. Ana babanın menfaati ikinci planda kalır. Çocuk kendisine verilmeyen taraf, gücü oranında çocuğa nafaka verir. Buna iştirak nafakası denir. Zaman içinde hakimin aldığı tedbirlerin yeni olaylar karşısında değiştirilmesi gerekiyor ise hakim talep üzerine önceki tedbirleri değiştirebilir.

Boşanma kararının verilmesi sonucunda hakim talep üzerine, maddi tazminata, manevi tazminata ve nafakaya hükmedebilir. Maddi tazminat talep edebilmek için kanunda öngörülen şartların varlığı aranır. Buna göre; boşanmada kusuru daha az olan taraf maddi tazminat talebinde bulunabilir. Tazminat isteyenin boşanma yüzünden bir zarara uğraması gerekir. Ayrıca tazminat ödeyecek taraf, kusurlu olmalıdır. Söz konusu şartlar gerçekleştiği takdirde daha az kusurlu olan eş maddi tazminat talep edebilir. Yine kişilik hakları saldırıya uğrayan eşler manevi tazminat talebinde bulunabilirler. Boşanma davasının bir başka mali sonucu ve yine talep üzerine takdir edilen husus yoksulluk nafakasıdır. Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, yoksulluk nafakası talep edebilir. Yoksulluk nafakası talep edebilmek için kanunda belirlenen şu şartların gerçekleşmesi gerekir; nafaka talep eden, diğer taraftan daha az kusuru olmalıdır. Buradan anlaşılacağı üzere nafaka ödeyecek taraf, kusursuz da olsa, koşulları varsa nafaka ödemeye mahkum edilebilir. Bir diğer şart ise nafaka talep eden tarafın boşanma yüzünden yoksulluğa düşmesidir.

Görüldüğü üzere boşanma sadece evlilik birliğinin sona ermesi bakımından sonuçlar doğuran bir kurum değildir. Boşanmanın mali sonuçlarından, çocukların velayetine kadar çeşitli sonuçları vardır. Evlilik birliğinin dağılmasının yıkıcı etkisiyle doğru kararlar ve doğru taleplerde bulunamayan eşler daha sonrasında çeşitli sıkıntılar yaşama ihtimali ile karşı karşıya kalabilmektedir. Bu nedenle boşanma konusunda uzman bir avukattan destek alınarak davanın açılması ve sonrasında takibinin yapılması çok daha sağlıklı ve tarafların menfaatine olacak sonuçlar doğurmaktadır.

vergi kaçakçılığı ve sahte fatura suçları

Vergi Kaçakçılık Suçları ve Davaları (Naylon Fatura Suçları)

Vergi hukukunda vergiden kaçınmak amacıyla defter belge ibraz etmemek, gerçeğe aykırı belge düzenlemek ve gerçeğe aykırı düzenlenmiş olan belgeyi kullanmanın parasal ceza dışında hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür. Gerçekte var olmayan yada gerçeği tam olarak yansıtmayan faturalar halk arasında naylon fatura olarak nitelendirilmektedir.

Vergi kaçaklığı suçları Vergi Usul Kanununun 359. Maddesinde Kaçakçılık Suçları ve Cezaları başlığıyla belirlenmiştir.

Kaçakçılık Suçları ve Cezaları

Madde 359

a) Vergi kanunlarına göre tutulan veya düzenlenen ve saklanma ve ibraz mecburiyeti bulunan;

1) Defter ve kayıtlarda hesap ve muhasebe hileleri yapanlar, gerçek olmayan veya kayda konu işlemlerle ilgisi bulunmayan kişiler adına hesap açanlar veya defterlere kaydı gereken hesap ve işlemleri vergi matrahının azalması sonucunu doğuracak şekilde tamamen veya kısmen başka defter, belge veya diğer kayıt ortamlarına kaydedenler,

2) Defter, kayıt ve belgeleri tahrif edenler veya gizleyenler veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belge düzenleyenler veya bu belgeleri kullananlar,

Hakkında on sekiz aydan beş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Varlığı noter tasdik kayıtları veya sair suretlerle sabit olduğu halde, inceleme sırasında vergi incelemesine yetkili kimselere defter ve belgelerin ibraz edilmemesi, bu fıkra hükmünün uygulanmasında gizleme olarak kabul edilir. Gerçek bir muamele veya duruma dayanmakla birlikte bu muamele veya durumu mahiyet veya miktar itibariyle gerçeğe aykırı şekilde yansıtan belge ise, muhteviyatı itibariyle yanıltıcı belgedir.

VUK 359. Maddesinin a bendinde öncelikli olarak tutulması zorunlu olarak defter ve belgeleri usulüne uygun tutmayan, gerçeğe aykırı defter tutan yada tutulan kayıt ve belgeleri tahrif eden, gizleyen yada gerçeğe aykırı belge düzenleyen kişilerin on sekiz aydan beş yıla kadar cezalandırılacağı öngörülmüştür. Ayrıca vergi incelemesine yetkili kimselerin – bu kimseler çoğunlukla vergi müfettişleri olmaktadır – talebine rağmen defter ve belgeleri ibraz etmemekte gizleme olarak sayılmış ve aynı şekilde on sekiz aydan beş yıla kadar cezalandırılacağı kararlaştırılmıştır.

b) Vergi kanunları uyarınca tutulan veya düzenlenen ve saklama ve ibraz mecburiyeti bulunan defter, kayıt ve belgeleri yok edenler veya defter sahifelerini yok ederek yerine başka yapraklar koyanlar veya hiç yaprak koymayanlar veya belgelerin asıl veya suretlerini tamamen veya kısmen sahte olarak düzenleyenler veya bu belgeleri kullananlar, üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Gerçek bir muamele veya durum olmadığı halde bunlar varmış gibi düzenlenen belge, sahte belgedir.

VUK 359. Maddesinin b bendinde ise naylon fatura olarak kabul edilen vergi hukukuna ilişkin yargılamaların büyük çoğunluğunu oluşturan sahte belge düzenleme ve kullanma suçu düzenlenmiştir. Burada defter ve belgeleri yok edenler, defter sayfalarını eksilterek yerine yeni sayfa koyanlar ile belgeyi kısmen yada tamamen sahte olarak düzenleyen kişiler ile bunları kullananların üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacağı belirlenmiştir.

Burada kanun koyucu sahte belgeyi düzenleyenlerle birlikte sahte belgeyi kullananlarında cezalandırılacağını belirleyerek vergi kaçakçılığını önüne geçmek istemiştir. Ancak sahte belge kullanma suçunda düzenlemeden farklı olarak belgeyi kullanan kişinin söz konusu belgenin sahte olduğunu bilmesi gerekmektedir. Kullanılan belgenin sahte olduğunu bilmeden kullanan kişide suç işleme iradesi mevcut olmadığından cezalandırılması mümkün olmayacaktır.

Bu maddede yazılı fiillerle verginin ziyaa uğratıldığının tespit edilmesine bağlı olarak tarh edilen verginin, gecikme faizi ve gecikme zammının tamamı ile kesilen cezaların yarısı ve buna isabet eden gecikme zammının; soruşturma evresinde ödenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında, kovuşturma evresinde hüküm verilinceye kadar ödenmesi halinde ise verilecek ceza üçte bir oranında indirilir.

Tarh edilen vergi ve vergi aslına bağlı olarak kesilen cezanın bulunmadığı durumlarda verilecek ceza yarı oranında indirilir.

Yukarıdaki fıkralarda belirtilen ceza indiriminden faydalanabilmek için vergi mahkemesinde dava açılmaması, açılmışsa feragat edilmesi, kanun yollarına başvurulmaması veya başvurulmuşsa vazgeçilmesi şarttır.

Bu maddede düzenlenen suçların birden fazla takvim yılı veya vergilendirme dönemi içinde aynı suç işleme kararının icrası kapsamında işlenmesi halinde, Türk Ceza Kanununun 43 üncü maddesi uygulanır. Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344 üncü maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez.

Vergi Usul Kanununda 08.04.2022 tarihinde değişiklik yapılmadan önce sahtecilik yapılan her bir yıl için ayrı ceza verilmekte, aylar bakımından ise zincirleme suç hükümleri uygulanmaktaydı. Ancak 08.04.2022 tarihinde yapılan değişiklikle birlikte birden fazla takvim yılı veya vergilendirme dönemi içinde aynı suç işleme kararının icrası kapsamında işlenmesi halinde zincirleme suç hükümleri uygulanarak tek ceza verilecektir. Yine yeni yasal düzenleme ile birlikte vergi suçlarında etkin pişmanlıktan yararlanma yolu açılmıştır. Buna göre ; tarh edilen verginin, gecikme faizi ve gecikme zammının tamamı ile kesilen cezaların yarısı ve buna isabet eden gecikme zammının; soruşturma evresinde ödenmesi halinde verilecek ceza yarı oranında, kovuşturma evresinde hüküm verilinceye kadar ödenmesi halinde ise verilecek ceza üçte bir oranında indirileceği öngörülmüştür.

Vergi Cezaları normal ceza hukukuyla birlikte vergi hukukunu da içinde barındırdığından vergi hukuku ve ceza hukukunda uzman bir avukattan yardım almanızda fayda vardır. Zira çoğu varsayıma dayalı hazırlanan vergi suçu raporuna istinaden ciddi cezalarla karşı karşıya kalabilirsiniz.